28 Ocak 2011 Cuma

a l'interieur

böyle ciddi ciddi midesi kaldırabileceklerin izleyebileceği bir film. vahşet, kan, pislik hepsi bu filmde. mantık hatası ararsan onu da bulabilirsin bolca.

spoiler- ne diyim şimdi ben, tuvalete kitlenen kurbanın yanlışlıkla annesinin boğazını kesmesine mi yanayım, o karıdan büyük anne manne olamayacağını anlayamayan adama mı yanayım, yine o güya bebeği elinden alındığı gerekçesiyle tüm dünyayı tarıcam huleeeeyn nidalarıyla, doğumuna saatler kalmış kadını kana buladıktan sonra karnını makasla keserek, kendine ait olduğunu düşündüğü bebeği alan psikopata mı yanayım, en kötüsü de zavallı ötesi bebekçiğe mi yanayım bilemedim. hiç bilemiyorum.

match point


operayla, tenisle, görsellikle harmanlanmış kafası güzel bir woody allen filmi.

---- hızımı alamayıp tüm filmi anlattığım spoiler ----
şimdi şöyle anlatayım. filmin ilk yarısında klasik bir aldatma izliyoruz. chloe'nin sevgilisi chris, chloe'nin kardeşi tom'un nişanlısı nola ile yasak aşk yaşamaktadır. işte kravatla göz bağlamaklar olsun, elbiseleri yırtmak olsun, yağmurda otlarda sevişmek olsun bu tip şeyler yaparlar.
chris başarılı bir tenisçi olmasına rağmen gözü para pulda olduğu için aileden zengin chloe ile evlenir. tom ise başka bi kız için nola'yı -scarlett johansson!- terk eder. ve tarafların medeni durumu bu iken gizli beraberlikleri devam eder. sanırsın ki hep böyle entrika yumağı şeklinde devam edecek film. ama öyle mi devam eder? nayır!suç ve ceza'ya göndermeler varmışmışmış meğersem demek isterim. fakat bahsetmek istediğim noktaları bu değil filmin.. bi dur devam etçem..
heh ne diyodum ikinci yarı..sen metres nola kalk hamile kal, karısı da çocuk da çocuk diye tuttursun. adam sıyırır. e yaparken iyiydi!!1 neyse sinirlendim.. öyle böyle derken böyle bi felsefik laflar eşliğinde iki masum insanı katleder bizim chris. vay arkadaş ya. tüfekli, çengili, çangılı girmeler eve. o ninemin suçu ne!? peki ya karnı burnunda nolacığın!?
sonra salak karısı hamile kalır, çocuk doğurur, bizim adaleti kendi yöntemleriyle sorgulayan kahramanımız da şüpheleri son anda -nola'nın günlüğüne rağmen- şansla mansla üzerinden çeker.
oh keten helva, kaymaklı ekmek kadayıfı, hayat sana güzel chris canım be. cık cık cık.

ama tek bir alıntı cümlesine bitilir ki o da şu;
"i'd rather be lucky than good."

bence sen de haklısın.
---- hızımı alamayıp tüm filmi anlattığım spoiler ----

ben teşekkür ederim.


21 Ocak 2011 Cuma

Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street

fıttırık müzikal.

tanrım tanrım, şu dünyanın kaymağını, balını tim burton amcamız yiyor vallahi. nası bi sanat kafasıdır o, senelerdir çözemedim. çözemicem de sanırım. çok değişik adam.

-spoilerlık tarafı mı kalmış bu filmin
börekli, unlu elleriyle cinayete yardım ve yataklık yapan lakin ki sonunda kaynar kazanlara atılan çizgi film kahramanı sevimliliğinde suratıyla -ki istediğinde conversations with other women adlı filmde izlenebileceği üzere gayet seksi de olabiliyo- helena bonham carter (mrs. lovett), o lovett'in hayalinin içindeki evlilik sahnesinde bile takınmaktan bıkmadığı ciddi surat ifadesiyle adamları bir bir boğazlayan johnny deep (sweeney todd- benjamin barker ) büyük uyum içindeler bu keyif ve kan dolu filmde.

yalnız denizci çocuğun sikile sikile yediği tekme tokattan sonra hala i feel you johanna diye haykırması beni yarar geçer. onu da söyleyeyim. gülen bi insanım bu filmde bazı bazı. evet.

ya şimdi böyle suluboya gibi dakikalar yaşıyorsunuz. kırmızıya fazla bulanıyor parça ama. hani mideniz kaldırmaz diye söylüyorum. ki izlemeyen az kişi vardır bu filmi yani. hani izlemediysen boğazı berber koltuğunda kesilip fırlatılan adamları görünce masalda gibiydik ya lan az önce diyerekten endişelenme.

kasvet dolu bir mekanda geçiyor zaten film. bu yüzden de yazı arzuluyor kadın olan. kendini yerine koymak istiyor berberin karısının. sembolik anlatımları da var böyle.
-spoilerlık tarafı mı kalmış bu filmin

ama çok da konuşmak istemiyorum hakkında. zira seyretmelisin.

20 Ocak 2011 Perşembe

127 hours

izledikten sonra şükürler olsun yareppim denen film. su içenler de varmış.

baştan şunu belirteyim ki; yok efendim ben kan görmeye dayanamam, ay yok benim klistrofobim var, çiş mi/ kaka mı yiğrenç diyen bi tipsen hiç izleme. izleme ulan.

şş spoiler-
aroncuğumuza * üzüldük tabi hepimiz o ayrı. gül gibi adamın kolu taşın altında kaldı lan. buna rağmen bi yaşama azmi, bi akıllıca hareketler, bi tecrübenin konuşması falan.
şş spoiler bitti-

based on a true story bu. ona göre önlemini al. suyunu falan iç. gideceğin yeri de yakınlarına haber et. hadi bakiyim.

the others

seneler önceme ait sisli bir film. o yüzden ayrı bi severim. sisli havaları çok severim ben çünkü. bu da sisli havanın içinde bir cinnetlik gerilim.

ters köşe finale falan sahip.

çok sevdiğim bir film demiş miydim?
bin kere olsa bin kere izlerim.
"nicole kidman zerafeti" denen bir şey var şu dünyada ey okur!

19 Ocak 2011 Çarşamba

l'arnacoeur

ava giderken avlanan adam filmi.

spoiler -
mesleği üzgün kadınları sevgililerinden ayırmak olan bir adam. sonrasında da teselli edeyim ayağına kendine bağlıyor onları. meriçlikten para kazanmak gibi düşün. ksljflsd.

işte efenim bu adamımız kızları etkilemek için göz yaşı döküyor, kalıplaşmış ve her seferinde işe yarayan cümlelerini diziyor, bir şekilde akıllarını alıyor.

yeani tatlı tatlı ara bozuyor.

fekat günün birinde evlenmesine bir hafta kalan bir hatunu nişanlısından ayırması için zengin bir iş adamından teklif alıyor ekibiyle birlikte- ve evet ekibi de var-. ancak bu defa işler istenildiği gibi yürümüyor. kahramanımız hatuna aşık oluyor falan. bu durumda işten vazgeçmek istiyor ancak birlikte olduğu insanların, yani ekibinin, paraya ihtiyacı olduğundan bunu da gerçekleştiremiyor. iki ucu boklu değnek içine göt üstü oturuyor. ne yapacak edecek bilemez iken, kız da ufaktaki evliliğini sorgulamaya başlıyor. içine sinmeyen bir şeyler olduğunu hissediyor. doğru insandan çok uzakta olduğunu anlıyor. oysa damat mükemmel görünümüyle kızın tüm arkadaşlarında hayranlık uyandırıyor. dışarıdan harika bir çiftler. ama kız koruması diye bildiği bize adama abayı yakıyor. bla bla. buraları klişe geldi bana.

sonra efendim işte kadın öncelikle ne işime karışırsın sen havalarında, sonra uçaktan inmeler, yakınlaşmalar birtakım, gece gece buluşmalar falan. iş pişiyor. skdlfjlsdf.

sonra bunlar bi tripler bişeylere giriyorllar karşılıklı. sonra mutlu mu bitti izle de öğren. her şeyi benden bekleme.

ama şöyle de bir spoiler verir de geçerim - hedeflerimizin kalplerini kırmıyoruz, canlarını acıtmıyoruz, gözlerini açıyoruz. oysa bugün kendi kendimi acıttım.

şey oynuyo, johnny depp'in hatun. heh vanessa paradis. bi de çok şirin soundtracki var bunun.
ahanda;
(bkz: http://www.youtube.com/...)

black swan

psikolojik drama.

şimdi bazı filmler hakkında çokça yorum yapılır. yine de tam teşekküllü bir yorum yapılmış olmaz ya hani. hah öyle bir kategoride bence bu işte.
toparlamaktır anca yapılan düşünceleri. eh bi başlamak, bi ucundan tutmak gerekir diye düşünüyorum. du bakalım.

spoiler resitali-

nina perfectionist bir balerindir. hem çekingen yapıda hem de hırsları uğruna kişiliğinden ödün verebilecek kadar kendi özbenliğini birilerine kanıtlama istediğiyle dolup taşmış durumdadır. ufukta görünen en büyük arzusu kraliçe kuğu olmaktır. bu uğurda feda edebilecekleri umrunda değildir. zira gözünü tutku bürümüştür. tek düşündüğü şey kariyeridir. onun haricindeki hayatından kendini ister istemez soyutlanmıştır. bu rolü alabilmesi için nina'nın her insanın benliğinde bulunan karanlık yüzünü rolündeki ruha yansıtabilmesi için kendinden söke söke ortaya çıkarması gerekir. bunun için varlığını aşırı derecede zorlar. bu nedenle, farkında olmadan, karşısında duran en büyük engel kendisi haline gelir. içinde bastırdığı yönleri ona o kadar acı verir ki bu fiziksel bir buhrana,halisinasyon ve paranoyalara dönüşür. ve bir türlü hocası thomas'ın istediği biçimde - every move perfectly right, but i never see you lose yourself!- kendini kaybedemez. bunun da ötesinde tüm mükemmeli arayanlar gibi bir takıntı nesnesi oluşturur kendine; kusursuzluk. ve tabi onun kusursuzluk nesnesi de; bale.

thomas, nina'yı çeşitli şekillerde dener, arzularını sınar, kapasitesini yoklar. nina ise bu bütünleşme esnasında thomas'ın her hareketine, mimiğine ve davranışına hayranlık besler. aşık değildir, hayrandır.

filmdeki en yoğun metaforik anlatımlar anne- kız ilşkisi üzerinedir.
baskıcı, diktatör bir anne ve kırılgan, içe kapanık kız çocuğu arasındaki bağların sıkıntılı dışavurumu. ilişkilerindeki bu yön de en çok, annenin içinde ukde kalan mesleki yaşantısını kızının üzerinde gerçekleştirmek istemesi nedeniyle onun omuzlarına bencilce bir yük bindirmesi ve kendi doğrularını kızına entegre etmeye çabalaması olarak karşımıza çıkıyor.

bu noktada balerinlerin anoreksik yapılarının da çok iyi işlenmiş olduğunu görürüyoruz filmde. bunu iştahla yenen bir greyfurt- yemeyi reddedilen pasta ikiliminden anlıyoruz. kız kendisini kraliçe kuğu seçildiği için tebrik eden annesinin aldığı pastayı yemiyor ve hatta bunu bedenine karşı yapılmış bir sabotaj olarak algılıyor . bunun üzerine dediğim dedikçi anne hırçınlaşıyor. bir tür gizli çekişme hali.

ve devreye film başındaki rakibesi veronica'nın pabucunu dama attıran afet-i devran lily giriyor. nina'nın karanlık tarafı. kıskandığı, kendini yerine koyduğu, korktuğu, çekindiği, bayıldığı lily.
onunla yaşadığı her ne varsa zihninde katbekat büyüyor. isyankarlığının dönüm noktası, içinde birikmiş gizli arzuları ve femme fatale yönü onunla ortaya çıkıyor. lily, nina'yı dönüştürüyor. olmak istediğini veriyor ona başka deyişle. hem zehir hem panzehir lily.

ve yavaş yavaş nina'nın içindeki vahşi kadın, beyaz kuğusundan siyah kuğusunu doğurmasının çok sancılı sürecini başlatıyor. kendi içindeki iyi ve kötünün olağanüstü harbi, çekişmesi, çelişmesi ve savaşı yansıtılıyor.

asıl gizli öznelerden biri de baş balerin beth.
beth'nin nina'yı, nina'nınsa beth'yi ölesiye kıskanması söz konusu. nina'nın çaldığı ruj ve törpü -nina, beth in eşyalarını çalarak bir nevi özdeşim kurar- , beth ile rol üzerine atışması, beth'in kaza geçirmesi ve nina'nın sonrasında yaşadığı vicdan muhasebesi. hepsi, tüm bu gel gitler nina'nın aşırı derecede yoğunlaştığı "black swan" sevdasının yansımaları.

bir başka önemli noktada annesiyle ipleri koparan nina'nın bilinçaltına itilmiş cinselliğinin stresli dönemlerinde ortaya çıkması. önemli bir ayrıntı yakalandığını ve abartmadan kullanıldığını düşünüyorum burda da.

bunun hemen ardından da annesinin bazı şüpheleri, sırtındaki yara için panik içinde olması ve bu nedenle nina'nın tırnaklarını zorla kesmesi, kapıyı kilitleme çabasında elinin sıkışması durumun vahametini bütünleyen faktörler.

simgesel anlatımı ve görsel anlatımı aşmış denebilecek bir film.
misal nina'nın bacaklarının çatır çatır yamulması ve bale provalarındaki ışığın muhteşem kullanımı. sanat yönetmeni ayrıca takdir edilesi.

kuğu gölü balesinin hikayesi, aynı zamanda, sevilmek uğruna ölmeyi göze alan bir kızın hikayesi. buna da şöyle bir gönderme var ki filmde şukela. performans gecesinden önce görür nina zihninde. yani thomas ve lily sevişirler ve bunu gören nina aşkını kaybettiği düşüncesiyle ruhsal bir intihara sürüklenir. bu da thomas'ın anlattığı hazin sondur işte:
"her prince falls for the wrong girl and she kills herself."

ve anlatılmayıp yaşanacak son sahne.
o yapışkan masumiyetin, cazibeli şeytanlığa dönüşümü ve tekrar masumiyetin ışığının - hiçbir şey eskisi gibi olmayacak olsa da- ufukta belirmesi.

spoiler bitsin artık!

şimdi haklarını teslim edeceklerimize gelelim canlar;
natalie portman; eşsiz bir performans,
mila kunis; baştan çıkmak hiç bu kadar kolay olmamıştı!,
vincent cassel; muazzam bir hissedişle rolüyle bütünleşmiş,
winona ryder; kısa ama etkili bir rolde,
barbara hershey; filmin anahtar kadını tam manasıyla.

tespit: nina'yı türk bir oyuncu oynasaydı bu "nehir erdoğan" olmalıydı.

işte bence son olarak;
bir kendini aşma filmi,
doğum,
ölüm,
hatta reenkarne.


18 Ocak 2011 Salı

music and lyrics

tatlı film bu.


"inanırsak olur bence" filmi.


seksenlerin o naif esintisi var. umut fakirin ekmeğidircilik var. bi cimcik de sevgi var. daha ne olsun!


 drew barrymore lokum hatun malumunuz. bu filmde de öyle. gösterişsiz ama lokma tatlısı tadında bi rolde.


hugh grant desen yarmış filmi zaten. perfect denir, ne denir.


müziğin, müzisyenin, müzik tutkusunun elenmiş belenmiş hali.


hadi izleyin bari.

jeux d enfants

---- spoiler ----
çok tuhaf bir film. ne yapsa ne etse 'o' filmi. aşkın asıl beslenme kaynağının arkadaşlık olduğu çaktırmadan işleniyor bu filmde. öyle ya adam evleniyor, çocukları oluyor. unutamıyor onu. kendinden bile gizlese de bir kere sevmiş işte. gerisi faso fiso.



birbirlerine yaşattıkları hayal kırıklıkları, tehlikeli oyunları, tutkularıyla hem gözleri başkasını görmeyen hem de gözleri kör olmuş iki aşk insanı.


derinlerde bi yerde öyle bir sevgi var ki; yıllar, yollar, kuytular, sırlar ket vurmak için yetersiz kalıyor kazımaya. kaçıp yine koşuyor, yine koşuyor, yine koşuyorlar sonunda birbirlerinin kucağına..
---- spoiler ----


izleyin, izleyin.

just like heaven

reese witherspoon ve çıkıntılı çenesinin mark ruffalo ile başrolleri paylaştığı, romanı kendisinden katbekat güzel olan film.
ancak filmin de gideri yok dersem ayıp etmiş olurum. 
zamanla bir hayale alışılır mı sorusunun cevabı. besleyip büyütülür mü, gözler arar mı, istenmez de yan cebe konur mu cinsinden merakların muhatabı.


bir hayali söküp atmak kolay mıdır? ya yaşatmak?


ve şşş mantık aranmaması gereken yegane filmlerden. demedi demeyin.


spoiler-
 - sana dokunamazken nasıl bu kadar gergin olabiliyorsun?
+ sanırım dokunamadığın için gerginim.




leap year

harika bir yol filmi. yolda kesişen iki yol -aşk gibi bişiyler işte- falan da girince işin içine tadından zor izleniyor. ilk defa bir filmi yiyesim geldi. o derece yani. bu sulu girimi sulu bir sonla noktalamayı uygun buluyorum.

valla gelin ata binmiş ya nasip demiş diye bu filme derim ben. 


kime niyet kime kısmet.

the hours

kadını anlatan film.

bir kadının sabrı, hırsları, yetenekleri, beklentileri, sadıklığı, anaçlığı, korudukları, vazgeçtikleri, arzuları, korkuları, çıkmazları ve kadına ait her şey, ayrı zamanlarda yaşamış başka iki kadının hayatları ile eş zamanlı anlatım üzerinden mixlenip içiçe geçirilmiş; biseksüellik/ lezbiyenlik kavramları kadınların mutsuz yaşantılarına, kocalarıyla, etraflarındaki insanlarla, çocuklarıyla olan ilişkilerinin boyutlarıyla incelenmiş, film içinde yazılan bir romanın ve o romanın her hayata farklı dokunuşunun, her kadını farklı olgunlaştırışının, her kadından ayrı bir dünya oluşturuşunun, delilik sınırının, alt ve üst benliğin, başkalarını memnun etmek için yaşanılan ya da bırakılan hayatların dökümü beyazperdeye son derece başarılı şekilde aktarılmıştır.
meryl streep gayet başarılıdır. gene yılların tecrübesi konuşur. nicole kidman zaten filmdeki kilit isimdir.- bu filmde tanınmayacak kadar değişiktir - ancak benim içlerinde en beğendiğim performans julianne moore'a aittir ve izlenmesi gereken filmlerdendir diyerek sözlerimi noktalıyorum.

kanal i zasyon

bir medya eleştirisi filmi. natural born killers gibi düşün. kıyaslanamaz tabiyki ama mesajlar her ikisinde de cuk oturuyor. o yönden uyuşur. bu filmde en çok sembolizasyonlar başarılı.
" bir şeyler diyen " film yani " derdi olan " film kategorisinde. daha iyi olabilirmiş. o ayrı.

---- spoiler içerebilir----
tuvaletteyiz kısmı içimin yağlarını eriten filmdir. evet ben de böyle bir yarışmanın yapılmasından endişeleniyordum kaç zamandır. iyi bir dile getiriş olmuş. bilhassa " insanoğlunun bokuyla imtihanı işte bu sayın seyirciler. 03 selina dört gündür çişini bile tutuyormuş; şimdi salmaya gidiyor. öte yandan tuvaletten çıkarken görüntülediğimiz diğer yarışmacımızın dışkısıyla vedalaşması sırasında duygulu anlar yaşandı. sıçtığı altın ola " kısmı taşşak geçmenin nirvanası olmuş.

ilginç olan ne dersen ironisi derim. bu filmde tiye alınan televizyon programlarının sunucularını canlandıranlar - esra erol, yasemin bozkurt, sadettin teksoy vs. - gerçek hayatta daha da beter programlar yapıyorlar. bir anlamda okan çok iyi tongaya düşürmüş. istemsiz bir özeleştiri tadında olmuş.

imdat'ın replikleriye bitireyim ;
fare derler ama aslı mikidir.
kuş derler ama aslı tivitidir.
---- spoiler içerebilir----

16 Ocak 2011 Pazar

la tigre e la neve

tam da bu havalarda tekrar izlenmesi gerekendir. daha önce izlemeyenler altyazılı izlerlerse daha fazla verim alırlar. zira dünyanın en berbat dublajına sahiptir.
nicoletta braschi bu filmde de roberto benigni'nin ilham kaynağıdır. her sahnesiyle lezizdir.

ırak ve savaş teması işleniyor gibi yansısa da asil bir telaşın kucağındaki sakin anlatım, komedi unsurlarıyla harmanlanırsa, absürt bir anlatım da üzerine eklenirse tadından yenmezmiş bunu görüyoruz. yer yer gülüp yer yer hüzünlenemeden tekrar kahkahaları basıyoruz. en dramatik olayı bile işleyiş biçimi alışılagelmedik bir tarzda. olağan dışılık unsuru var bir kere. ne aşkı, ne yaşantısı, ne de başına gelenler böyle olamaz bir adamın dedirtiyor. dedirtiyor ama inandırıyor da. öyle büyülü, öyle güzel. amanın da amanın bu filme.

o... çocukları

80 li yıllarda geçen darbe esaslı bir dram komedisi. özgü namal'ın ayrı demet akbağ'ın ayrı bi döktürdüğü filmdir öncelikle. özellikle özgü namal'ın çat pat bildiği italyancası hiç sırıtmıyor filmde. demet akbağ'ın yaşından katbekat büyük bir kadını oynaması da aynı şekilde.


ipek tuzcuoğlu ve altan erkekli  de gayet iyi bana kalırsa.


lakin mesaj kaygısını göze göze sokan bir film olduğundan ötürü rahatsız ediyor bir noktada. çocuk olgusunun işlevi ajitasyona kaymaya meyilliydi mesela. izleyenin bakış açısına göre kaymış bile olabilir.


ve o gireni çıkanı belli olamayan evin kendine ait dokusu. saklananlar, kalmak için çırpınanlar, hayata tutunmak için debelenenler..hepsi orada yaşıyor işte.


sonra cilveli film.


öpmeli falan.

unutulmaz spoiler - vah vah! ben birini sevdim anam sikildi kim bilir size ne yaparlar!unutulmaz spoiler 2- o balıklar niye öldü biliyor musun? çünkü, sularını değiştirdin!



the twilight saga new moon

kitabını okuduktan ve kitabıyla hiç alakasız tellerden çalan twilight filmini izledikten ve ağız dolusu bir yuh çektikten sonra akıllanmayıp devamı niteliğinde olan new moonun da hatrı kalmasın diye seyreylediğim filmdir.
sıcağı sıcağına yorumlarımı aktarmak isterim ey sözlükçü! zira şu an hala kendime gelemedim. göt içi kadar sinema salonunda izlediğimden midir yoksa filmdeki erkeklerin ya kurt adam ya vampir olmasından mıdır bu gelemeyiş işte bundan emin değilim. epi topu iki insan var biri bella kızımızın babası biri de sinemada kusan çocuk. ashfsfsdkd
neyse konuya girizliyorum;

---- spoiler içerebilir----

bu filmimizde de gene aptal vampirsevici kızımız bella o orman senin bu orman benim, o kırmızı gözlü dost ziyaretleri senin bu uçan beyaz suratlılar partisi benim kamyonuyla atıveriyor kendini ordan oraya. büyük aşkı kanasusuyan edward'ın peşinde divane aşuk gibi dolanıyor. ee tabi sonra gene bella'ya hüsran gene bella'ya hasret var. ama o da nesi kurt adam kişisi çıkıyor sahneye bu hengamede. ve evet kurt adama meyillerin gözümden kaçmadı sevgili bella! güya körkütük aşıksın vampirine; az daha gayret etse çocuk seni götürüyordu kızım te hey hey!
alice ne şirin şeydir öyle yarabbim demek istiyorum bir de. hayallerdeki vampir! ahsjashjasd
sonrası işte bir ton saçmalık her zamanki gibi. sonunu göz önünde bulundurarak söylüyorum ki üçüncüsü yolda bu hedenin ahanda yazıyorum buraya. yazdım.

---- spoiler içerebilir----

the silence of the lambs

insanı mıhlayan film.
insanın beynine giren film.
the silence of the lambs serinin ilk filmdir.
sonrasında gelen devam filmleri hannibal ve red dragon'dan daha başarılı bulduğumu söyleyerek girmek isterim söze. jodie foster'ın muazzam oyunculuğunu konuşturduğu ajan "clarice starling" karakteri bir efsanedir gözümde bu filme dair. cesur, gözü kara, dirençli, inatçı bir kadındır clarice starling. kimsenin cesaret edemediği bir döngünün içine gönüllü olarak dahil olur. "buffalo bill" lakaplı seri katile giden ip uçlarına ulaşmak adına büyük bir riske girerek hem doktor hem katil (yamyam kdsfj) olan Hannibal Lecter ile bağlantıya geçer. işte sonrasında bu insan üstü serinkanlılığa sahip katilin, adeta kedi fareyle oynar gibi ajan starling ile oynaması sonucu olaylar çığrından çıkar. fakat ajan starling pes etmez. hannibal ile bu oyunu sonuna kadar oynamaya hazırdır.


Anthony Hopkins (hannibal) hakikaten ayakta alkışlanası.

life as we know it

baş rollerini  josh duhamel  ve  katherine heigl ikilisinin paylaştığı eğlenceli bir romantik komedi. 
-spoiler birbirine tamamen zıt iki insanın sahipsiz kalan bir bebek etrafında yollarının kesişmesini konu alıyor. trafik kazası geçiren çiftin arkadaşları olan bu ikili en başından beri birbirlerinden nefret etmektedirler. fakat  arkadaşlarının trajik ölümünün ardından, kaderin cilvesi bu ya, aynı evde yaşamak ve ebeveynsiz kalan bebeği büyütmek zorunda kalacakları bir vekaletname alırlar. başa gelen çekilir misali kendilerini bebeklerine adarlar. kavgalar, başka sevgililer, uyuşmazlıklar derken yollar gerçek anlamda kesişir. ve sonrası iyilik güzellik, aşk meşk, o tip cici durumlar.

the rebound

oldukça güzel bir film. aşkın yaşı yoktur filmi!
 istanbul/ ortaköy'de çekilen ufacık bir bölümünde saadet ışıl aksoy'un görünmesi de ilginç.
şuradan o sahne de dair güzel bir bölümünü görebilirsiniz;
(bkz: http://www.youtube.com/...)



catherine zeta jones yıllanmış şaraptır arkadaş!

awake



çok başarılı bir gerilim filmdir. baştan sona kadar tempoyu düşürmez. ameliyat fobisi çıkartabilir insanın başına bir süre. o kadar.

---- spoiler ----
tam tamına melek yüzlü şeytan diyebileceğiniz bir kadın var. o ne işkencedir. o ne azaptır lan. güvendiği dağlara kar yağıyor resmen adamcağızın!
---- spoiler ----

not: jessica alba oluyor o melek yüzlü şeytan.

the devil wears prada

bu filmde anne hathaway'in canlandırdığı andy karakteri bir katharsis aracıdır. çünkü iş hayatına yeni başlayan her kadının yaşadıklarıyla birebir olmasa da büyük ölçüde örtüşür. kadınlar izlerken kendilerine pay çıkartırlar. patronların bitmek bilmez istekleri abartılı şeyler değildir. oluyor onlar hep.
fakat bunun haricinde filmin temposu, detayları ve sevimliliği de gözlerden kaçmıyor. iğreti duran tek bir noktası yok. tadı tuzu her şeyi yerli yerinde. sade bir değişim öyküsü değil hem. feminen bir macera falan fıstık. izlenesi efenim.

rashomon

hümanizm ve egoizm gibi iki çatışan değeri aynı potada eriterek sorgulayan, japon sinemasının medar- ı iftiharları arasında yerini almış, muhteşem bir akira kurosawa filmdir. 1952 venedik film festivali'nde " altın aslan " ödülünü, 1952'de en iyi yabancı film oscar ödülünü almıştır.

fireflies in the garden

bir baba ile oğul arasındaki ilişkiyi anlatan film. olup olmadığı muamma sevgisini gösteremeyen bir baba, düyalar tatlısı hamile bir anne ve ikisinin arasında kalmış bir çocuğun yaşadıklarını anlatan bir aile filmi. anne, baba, çocuk haricinde kardeşler, teyze, kuzenler, enişte, olarak genişleyen bir aile yelpazesinde biraraya gelen aile fertlerin yüzleşmesi.

---- spoiler----
michael babası tarafından sürekli azarlanan ve işkence gören bir çocuktur. annesinin sevgi dolu tavrı bile bu sağlıksız iletişimi dengeleyemez. hem annesine hayrandır hem babasından yüz bulamaz ve bu durum filmin sonuna dek hiç değişmez. fakat bir gün eve teyzesi taşınır ve olaylar bambaşka bir boyut kazanır.
---- spoiler----

aslında oldukça duygusal bir film. bazı sahnelerde özenle işlenmiş diyaloglar var mesela. sakin bir film. sıkılanlar bile olabilir. oldukça kaliteli bir film olduğu gerçeğini değiştirmiyor tabi bu dediğim. yalnızca sonu açık uçlu. izleyecinin kafasında yüzlerce soru asılı kalıyor. bir çok değindiği şeyi sonrasında ya atlıyor, ya sonuçsuz bırakıyor film. tamamen mutlu bir son gibi görünse de tamamen buruk bir sonu var. buruk bir aile zaten baştan başa. hüzünlü bir aile.

izlenir. sonunda küfretmek dert olmazsa izlenir.

a beautiful mind

şizofrenler zekidir. bilhassa paranoid şizofrenler sağlıklı bir insandan daha zeki olabilirler. işte bu film de bunu destekleyen bir yapıt. dahilik ile delilik arasındaki ince çizgi ve aslında çizginin diğer tarafına geçmenin bir şizofren için an meselesi olması durumu. matematik profesörü olan bir adamın şizofreniyle mücadelesi ve şizofreniyi kabulleniş süreci. dehanın en şiddetli hali. en içinden çıkılmaz aklın en kurnaz oyunu. 


aldığı ödüller sonuna kadar helal olsun.

nuit et brouillard

ikinci dünya savaşı'nın toplama kamplarını sözünü sakınmadan anlatan bir belgesel. sinemasal dili etkili.

---- spoiler ----
siyah beyaz görüntülerle nazi dönemi kamplarını anlatan kısmında izlediğimiz bir deri bile olmayan kemikten ibaret canlılar tüyler ürpertmiyor değil. bir tortu gibi. kalıntı gibi.
---- spoiler ----

14 Ocak 2011 Cuma

whatever works

woody allen'ın pudra şekerine batırdığını tahmin ettiğim enfes filmi. tam da kendi tarzını yansıtmış bu kez.
yani film aralarında seyirciyle konuşan bir adam var. tabiyki boris bu! larry david boris'i öyle kusursuz oynamış ki adeta oyunculuk dersi veriyor.
woody allen sopası dediğim olay var burada da. ince ince tüm dünya olaylarıyla dalgasını geçiyor. tanrı, aşk, eşcinsellik, ölüm, özgürlük gibi birtakım konularda oldukça ukala bir üslupla ona göre neyin ne olduğunu "boris" aracılığıyla söylüyor.

- hafiften spoiler başlar - dahi ve yaşlı adam ile güzel ve saf kızın hayatın çok farklı yönlerini görebilmelerini sağlayan olaylar dizisi var. evan rachel wood yani filmdeki adıyla melody o kadar masum, o kadar her konuda bilgiye aç ve bir o kadar da tazedir ki bir oyun hamuru gibi yoğurulabilmeye açık hayatını; bu huysuz, yaşlı, panik atak, karısını terk etmiş ve üstelik intihara teşebbüs etmiş adamın ellerine teslim eder.
sonra "o" kişiyi bulunca işler sarpa sarar falan fişman. çok eğlenceli sahneler izleriz bu andan sonra.

- ciddi spoiler devreye girer-
melody'nin bu şok edici kararı karşısında boris öyle bir şey söyler ki belki de yapılabilecek en güzel izahtır bu durumda.

melody - üzgünsün biliyorum. anlamanı beklemiyorum. nasıl anlayabilirsin ki?
boris - inan bana, eğer kuantum fiziğini anlayabiliyorsam, düşük zekalı bir sopa çeviricisinin düşünce tarzını da anlayabilirim.

boris bu konuşmadan sonra melody ile yollarını ayırır ve camdan atladığında üstüne düştüğü kadına aşık olur. tabi bu da değişik şeylere gebe olur.
yılbaşı günü filmdeki tüm karakterler tekrar biraraya geldiklerinde o şahane son konuşmasını da yapar;

"bu sadece evrenin ne kadar anlamsız ve kör bir şansa bağlı olduğunu gösteriyor. herkes doğru insanla tanışmak için yazar, çizer, hayaller kurar, ama ben camdan atlar ve onun üstüne düşerim. aynı zamanda bir medyum. demek istediğim o saçma sapan kalp olayları hakkında konuşmayın.
bu yüzden söylemekten dilimde tüy bitti; bulabileceğin veya alabileceğin her sevgi, tutunabileceğin veya sağlayabileceğin her mutluluk, iyiliğin geçici de olsa her bir ufak parçası "ne olsa işe yarar".

kendinizi kandırmayın hepsi kendi insancıl becerilerinize bağlı. varoluşunuzun büyük parçası şanstır kabul edin. milyonlarca sperm içinden tek bir sperm sizi yaratan yumurtayı buluyor. sakın düşünmeyin panik atak olursunuz! gördüğünüz gibi gerçekleri bir tek ben görüyorum. iste dahi diye buna diyorlar."
- ciddi spoiler devre dışı kalır-

izleyin aga.

şimdi son olarak bu filmi türkçe'ye "kim kiminle nerede" adıyla çeviren kişi, kurum veya kuruluşlara kirli kulak çöpü armağan ediyorum.


ev

ne yalan söyleyeyim gitmeden önce beklentilerimin oldukça düşük olduğu bir filmdi. belki çiçeği burnunda yönetmenlerin heyecanlı duruşu, belki de artık türk filmlerinde gerilim öğesinden pek bir beklentimin kalmaması nedeniyle sadece iyi niyetli olarak çekilmiş, vasat bir film olduğunu düşünüyor-dum! fakat açıkçası biraz göt oldum kendi çapımda. şöyle söyliyim; yapabileceklerinin en iyisini yapmışlar.

deniz celiloğlu muh-te-şem oynamış. bir de ece çeşmioğludemek isterim bu noktada. iki aile gibi dizilerden sonra buradaki rolünde yemnediyorum çok başarılı.

---- spoiler ----
her şeyden önce bir sistem eleştirisidir bu film. bbg evi modeli üzerinden, bu tarz yarışmaların toplumda yarattığı yozlaşma ve kafa boşaltıyoruz kisvesi altında insanları tepkisizleştirme, düzenin oyuncağı olma raddesine getirme durumunu odak noktası olarak alıyor. bunu da anarşist bir yaklaşımla, adeta bir halk darbesiyle, ak koyunu kara koyunu ortaya çıkartan eylemci ile gerçekleştiriyor. maskeler düşüyor, önem sıraları tekrar düzenleniyor. dehşet bir şekilde psikolojik baskı uygulanıyor yarışmacılara. öyle bir noktaya geliniyor ki adam haklı diyorsun, sonra öyle bir noktaya geliniyor ki dışarda rehin alınan çocuğu için çıldıran ailenin durumunda napardın bunu düşünüyosun. bir de vurgulanmak istenen şu; size oy veren televizyonun esiri olmuş halk kadar yapımcıların köpeği olmuş siz de suçlusunuz. sizi kafanıza silah dayayıp sokmadılar bu aptal eve şeklinde.

gönderme üzerine gönderme var filmde aslında. hangi birini söyleyeceğini bilemiyor insan. eylemcinin odtü'lü olması başlıca ironi fakat. diğer yandan son sahnelerde yanılmıyorsam melda gür'ün canlandırdığı kadın - adını unuttum- , at gibi bacaklı kadına , -onun da adını unuttum- "sevişsen hepimiz kurtulcaktık. sanki dışarda vermicektin"demiştir ki o an benim bittiğim andır.

ayrıca baya bi süre yapımcılık yapmış bir insan olarak o arkada, o rejide dönen pislikleri de çok iyi yansıttıklarını söyleyebilirim.
sonu da açık uçlu olmuş. değişik olmuş.
---- spoiler ----



izlemek gerek bence olmuş.

j'attendrai le suivant

izlediğim en başarılı kısa fimler arasında yerini almış, " bir kadının doğası daha güzel anlatılamaz " dedirten film. uzun metrajlı filmlerin gereksiz ayrıntılarla oluşturduğu bir kasveti olur bazen. mesela bu filmde uzun metraj olsa bu tadı yakalayamaz eminim ki. kısa filmin güzelliği bir kaç dakikanın içine bu kadar yoğun bir anlatım sığdırılabilitesi, az zamanda çok iş başarabilmesi zaten. elbetteki ikisinde de büyük emek mevcuttur. ancak fazlasıyla özen, dikkat ve konunun özünü en can alıcı şekilde sunabilme çabasının kısa filmlerde daha fazla öne çıktığını görüyoruz. ve dolayısıyla daha fazla emek ve uğraşı beraberinde gerektiriyor sanılanın aksine. bu film de nadide bir örneği işte.